Ali Kemal Temuçin dostumun İskenderiye Yayınlarınca yayımlanan “İnsanlar İnsancıklar” adlı öykü kitabı elime ulaştı, ilgiyle okudum şimdi de yazıyorum.
128 sayfadan oluşan bu kitapta 23 öykü var. Hepsini beğendim mi? Hayır. Beğenmediklerimi neden beğenmediğimi izah etmeye çalışayım, beğendiklerime ondan sonra sıra gelsin.
Öykü ilk çıkışında ve bizim edebiyatımıza ilk girişinde, “Olayları ve insanları kısaca anlatmak” olarak algılanırdı, başta Ömer Seyfettin olmak üzere ilk öykücüler öykülerini bu içerik ve biçimde kurguladılar. Sonra 40’larda toplumcu-gerçekçilik akımı çıktı, orada da bu eğilim devam etti, dahası öykü, ideolojinin buyruğuna girdi. Bu dönemde sıra dışı, çizgi üstü, bu kalıplara girmeyen, bunları aşan yazarlar da çıktı, Oktay Akbal, Sait Faik, Haldun Taner gibi.
Ne var ki, bir zaman sonra bakıldı ki bu durum tekdüzeliğe yol açıyor, eskilerin deyimiyle tahkiye’yi (anlatı) aşamıyor, yavan kalıyor. Yeni yollar, yordamlar ve biçemler arandı. Artistik düzyazıdan, mensur şiirden ve denemeden yararlanıldı, felsefik boyut ve imgeler katıldı olay ve insan örgüsüne. Böyleceroman ve novella ile yollar iyice ayrılmaya başladı.
25 yıl kadar oluyor, 3 gün süren “İzmit Öykü Günleri” düzenlenmişti benim oturduğum şehirde, o günün tüm ünlü öykücüleri gelmişti, söyleşiler, tartışmalar olmuştu. Özcan Karabulut, sunumunda, bir kısa öyküsünü okumuştu o zaman, bir olay vardı ama anlatıcı dışında kişi yoktu ve son derece farklı bir biçemi vardı. Ben sordum Karabulut’a: “Bu öykünüzün mensur şiirle sınır uyuşmazlığı yok mu?” diye, “Kesinlikle var” yanıtı geldi.
Evet yani günümüzde öykü böyle yazılmalı. Peki Ali Kemal Temuçin’in kimi öykülerinin anlatı boyutunu aşamadığını mı söylemek istiyorum? Bir bakıma öyle. Ve okurken kızdım, çünkü Temuçin Kardeşim’in anlatı boyutunu aşacak biçem ve birikimi vardır, istese öyle de yazardı. “Bayburtlama” adlı anı-öykü kitabındaki “Kafkas Gülleri”ni, annesi Hanımefendi’nin yaptığı gül reçellerini öyle bir anlatmıştı ki yemediğim o reçellerin tadı hâlâ benim damağımda ve elbette benim gibi okuma oburu bir adamın belleğinde hâlâ. Oysa bu eleştirdiğim kimi öykülerinde o tat, o anlam derinliği ve o imgeler yok. Keşke az sayıda da olsa, çizgi altı bu öyküler olmasaydı bu kitapta.
Evet, olumsuzluk böylece bitsin, şimdi gelelim olumluluklara. Kitabın ilk ve son öyküsü benim en beğendiğim, hatta bayıldığım öyküler oldu. İlk öykü “Dolmuş”… Bu Dolmuş’a neler dolmuş, bu dolmuştan neler boşalmış neler. Aslında dolmuşlara her gün her an; umutlar, yıkımlar, çileler, kahırlar biner ve iner. Temuçin kardeşim, şimdilerde birçok yazarın kullandığı öyküleme tekniği ile farklı karakterlerin iç dünyalarını tahlil edip, sonra onları Dolmuş’ta buluşturuyor. Dolmuş’un içinde yeni bir dünya ve yazgı ortaklığı oluşuyor her an.
Ve son öykü, adı “Tezek”… Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu köylüsü için tezek yaşamsaldır. Tezek Destanı adlı bir şiirim vardır benim, 35 yıl önce yazmıştık, Melih Âşık ustamız köşesinde yayımlamıştı, sonra ilk şiir kitabımın son şiiri olmuştu bu Tezek Destanı... Onu bir sunayım bu vesile ile, sunayım ki sözüm daha etkili ola:
Bizim yöreleri hep o ısıtır
Yayılır da basmalığa basılır.
Güz gelince böbürlenir kasılır
Kışın sobaların asıdır tezek.
Artık serbest rekabete de girdi
Bu yıl fiyatları rekorlar kırdı
Kömüre oduna bir tur bindirdi
Liberal sistemin faslıdır tezek.
Biyogaz dediler, tezler yazdılar
İyi gübre olduğunu sezdiler
Tezeğin keyfini böyle bozdular
Yine de yakıtın aslıdır tezek.
Koyununki makbul, adı da kerme
Tozları fışkıdır sakın hor görme
Destan yazdık diye kızıp köpürme
Bizim soğukların yasıdır tezek.
Tezek böyle bir nesnedir işte. Ali Kemal Temuçin kardeşim öyküsünde bir karı-kocanın tezek tartışmasına yer veriyor, kadın tezeksiz bir evin olamayacağının ayırdında, uyarıyor kocasını. Tezek olmazsa ısınamazsın, yemeğin ve ekmeğin pişmez, çünkü tandırın ocağın yanmaz. Erkekse vurdumduymaz, oyalıyor kadını, dalga geçiyor. Ve kadın artık dayanamıyor, başkaldırıyor. Erkek egemen toplumun kendisine verdiği sözde hak ve yetkiyle karısının üstüne yürüyor o koca, dövecek. Fakat o da ne, ufacık oğlu anasını korumak için önüne dikiliyor babasının. Baba şaşkın, bir duralıyor, sonra hırsla uzaklaşıyor oradan. Ana oğul kalıyorlar başbaşa. İşte o arada bir uçak beliriyor havada. Sonrasını kitaptan özetleyerek aktarayım:
“-Ana bu ne?
-Teyyareoğlucuğum.
-Ana ne hızlı gidiyor.
-Teyyareler hızlı gider.
-Çok mu hızlı?
-He çok hızlı… Bak kayboldu gitti.
Bir süre ikisi de susarak uçağın kaybolduğu noktaya baktılar. Sessizliği Enver bozdu:
-Ana ben sana teyyareyle tezek taşıyacağım…”
İşte bu son tümcede neler var neler, düşün dur, yor dur, çözümle dur…
“Kestane Kebap” adlı öyküde pazarlama ve satış yol ve yöntemlerinin değişmesiyle insancıl boyutun ve duyguların nasıl yok olduğu pek güzel aktarılıyor okura. Traktör öyküsünde, yıkılası töreler, saplantılar, ilkellikler, acımasızlıklar ve mülkiyetin kötülüğünün bacıyı kardeşe nasıl katlettirdiği işleniyor. Bu öykünün düğüm bölümü hiçbir bellekten silinmeyecek türden.
Genele dönersek yeniden, yukarıdaki olumsuz eleştirilerim baki kalmak üzere, bu öykülerin çoğu sardı beni, yurdumu ve halkımı gördüm nice halleriyle. Daha iyi işçilik, biçem ve biçimle çok daha iyilerini yazacaktır benim güzel ve özel dostum. Kutluyorum. Olumsuz eleştirilerim için de şimdiden “Affola” diyorum.