Allah Resulü hem dini, hem ruhani, hem siyasi, hem de devlet başkanlığı görevlerini kendisinde toplamıştı. Dolayısıyla İslam’ın ilk devirlerinde cemaat küçük olduğundan doğrudan Resulü Kibriya’nın uygulamalarını ve sözlerini takip edebilme imkânı vardı.
Daha sonra İslam halkasının genişlemesiyle birlikte bu imkân ortadan kalktığı gibi bazı meselelerin nasıl olacağı noktasında farklı izahlara ihtiyaç duyulmuştur.
İşte bu ihtiyaca binaen İslam dünyasında sanıldığının aksine ilk ihtilafın ilk halifenin seçimi yönündeki tartışmalarla başlamamış, bilakis siyasi iddiaların odağındaki Hz. Ebubekir’in seçilmesiyle alakalı bir husus olduğu anlaşılmıştır. Şöyle ki, Allah’ın Resulü vefatının şokunu atlatanlar kendi aralarında yangından mal kaçırırcasına ‘kim halife olacak’ sorusu yerine, ‘halife hangi kabileden’ sorusunu gündeme getirmişlerdir, derken meseleyi Ensar mı, Muhacir mi olsun eksenine taşımışlardır. Hatta bununla da kalmamışlar Sa’d’ı hasta yatağından kaldırıp; ‘İşte, Rasulüllah’ın halifesi Sa’d…’ diyecekleri sırada neyse ki Hz. Ömer(r.a) devreye giriyor, "Ey Ebubekir! Sen ki Allah Resulüne içimizde en yakın bulunmuşsun, o halde halifeliğe layık sensin, bu görev sana uygun düşer” deyip herkesin gözü önünde elinden tutarak beyat etmiştir. Ardından Muhacir, Ensar ve her kabile birlikte itaatlerini bildirerek beyat yemini yaptılar böylece.
Zira mezheplerin ve meşreplerin doğuşu da böyle başlamıştır. Malum olduğu üzere mezhep zehap (zan, sanı) kökünden gelmektedir. Yani mezhep bir fıkıh görüşü olup itikatla ilgisi yoktur. Çünkü mezhep imamlarının kendi aralarındaki görüş ayrılıkları iman itibarı ile değil, sadece ibadet, muamelat gibi vs. konulara ait farklı değerlendirmeler itibariyle ortaya çıkmıştır. Her nedense mezhep denilince; ayrımcılık bölünme anlaşılıyor sanki. Oysa mezhep yerine içtihat farklılıkları da denilebilirdi pekâlâ. O halde farklı yorumlar, ya da içtihat gerektiren konular ayrılık anlaşılmamalı, bilakis İslam toplumunun düşünceye ipotek koymadığının bariz bir delili olarak yorumlanmalı. Aynı zamanda bu durum İslam ümmetinin ne kadar çok fikir zenginliğe sahip olduğunun bir göstergesi olsa gerektir.
Sözün özü, Allah Resulü vefat edince İslam toplumunun idarecisinin kim olacağı konusu gündeme gelmiş, dahası Ensar ve Muhacir topluluklarının bir arada oturup tartışmaları sonucunda ortak karara varılıp Ebubekir Sıddık (r.a) halife seçiliverdi. Bu noktada bir kısım Sünni ulema ve bir kısım tarihçilerin tereddütleri olsa gerektir ki, Hz. Ali (k.v)’in bu müzakere ve tartışmalar esnasında hilafet için kendisinin seçilmesini umduğunu belirtir, ancak Hz. Ali (k.v) bu konuda hiçbir mesele çıkarmadığı gibi, üstelik seçilen halifeye de beyat etmiş. Sadece Allah Resulü vefat ettiğinde, o hengâmede hilafet meseleleri kendisinden habersiz şekilde görüşüldüğü için üzülmüş ve bu konuda altı ay sessiz kalmayı yeğlemiştir. Sonunda Hz. Ali Hz. Ebubekir’in yanına varıp; ‘Bu göreve layıksın, amma velâkin Allah Resulü’nün vücudu henüz ortada iken halifelik görüşmelerinin bana haber verilmediği için kırılıp geciktirmiştim, yarın mescitte herkesin huzurunda beyat edeceğim’ sözünü verdi, nitekim öyle de oldu. Hz. Ali beyat etmekle kalmamış, gerek Hz. Ebubekir gerek Hz. Ömer ve gerekse Hz. Osman’ın halifelik dönemlerinde her üç halifenin yar ve yardımcısı olmuştur. Hz. Osman döneminde de çok koşturdu, çok gayret etti ama halifenin etrafındaki Emevi dayanışma ağını aşamamıştı. O’nun bu samimi girişimleri ters yüz edilip, hatta yanlış algılanarak Hz. Osman’a karşı tavır olarak gösterilmiştir. Bütün bunlara rağmen Hz. Osman’ı şehit olması anına kadar ümmetin birliği ve dirliği adına elinden geldiği kadar şahsi çabalarını esirgemedi.
Aslına bakarsak Peygamber efendimizin darı bekaya irtihalinin ardından ilk halifenin Kureyş’ten olması birlik ve dirlik adına iyi olmuştur. Şayet başka bir kabileden olsaydı ilerisinde önüne geçilmez bir takım olaylara sahne olabilirdi tarih, yani ortalık biranda alevlenebilirdi. Allah’ın Habib-i her türlü kabileciliğinin İslam’a aykırı olduğunu beyan etmesinin asıl nedeni kan bağına göre teşkilatlanmış bir Müslüman topluluğunun varlığının söz konusu olmasından dolayıdır. Nasıl ki Araplar’da Kureyş ne ise, Türklerde de Oğuz boyu da odur. Her iki kabile de tarihin akışında çok büyük önem ifade ettiği gibi iki kilit nokta oldukları da bir vaka.
Bilindiği gibi Yahudiler Hz. Muhammed (s.a.v)’in yüzüne karşı; “Cebrail bizim düşmanımızdır. Eğer sana gelen Mikail olsaydı iman ederdik” demişlerdi. Buradan hareketle, güya Kur’an Hz. Ali’ye gönderilmişte, Cebrail (a.s) onu Muhammed (s.a.v)’e getirmiş iddiaları türeyiverdi. Belli ki bu tür iddiaların temelinde öteden beri Yahudiler’in Cebrail (a.s)’a karşı besledikleri kin ve düşmanlık duygularının yansıması yatmaktadır. Oysa Hz. Ömer’in teklifiyle Kur’an ayetleri Hz. Ebubekir’in döneminde kitap haline getirildi ve adına da Mushaf denildi. Hatta Kuran’ın Mushaf haline getirilmesi ashap arasında yetişen hafızların riyaseti altında ve Hz. Ebubekir’in hilafeti döneminde gerçekleşmiştir. Bütün ashap kuşkuya mahal bırakmayacak şekilde Hz. Peygamber’e indirilen Kuran’ın, aynı Kur’an olduğuna şahitlik etmişlerdir. Üstelik Hz. Ali’nin (k.v) kendi eliyle yazdığı Kur’an da ortada iken nasıl oluyor da bu tür zırvalara başvuruyorlar doğrusu anlamış değiliz. Nitekim bugüne kadar okuduğumuz Kur’an, Hz. Osman’ın miras bıraktığı Kur’an’ın aynısıdır. Tabii mesele burada noktalanmıyor. Bir başka iddia ise; Kur’an’daki ayetler aslında mevcut ayetlerden fazlaymış da, Hz. Osman zamanında bazı ayetler çıkarılarak şimdiki hale dönüştürülmüş güya. Oysa Kuran’ın Hz. Ebubekir döneminden tek farkı Mushaf’ın bugünkü haliyle tertip üzerine yazılmış olmasıdır.
Hülasa-ı Kelam; Kur’an Hz. Ebubekir döneminde Mushaf haline getirilmiş, kurulan heyetin çalışmaları neticesinde o güne kadar değişik lehçelerde yazılı olan Kur’an nüshaları ashabın şahitliğinde yakılıp orijinaline uygun olarak, yani Hz. Hafsa’nın evinde asılı duran Kur’an’dan altı adet çoğaltılarak büyük İslam merkezlerine gönderilmesi neticesinde günümüze kadar gelmiştir. Bütün bu gerçeklere rağmen hala deli saçması dediğimiz cin fikirlerin ortalıkta mevzu yapılması son derece çirkin olduğu gibi, bu tür tartışmaların odağındaki yine ister istemez Yahudilerin Müslümanları bölük parça etmeye yönelik oyunun bir parçası olduğunu düşünüyoruz.
Hz. Osman’ın şahadeti
İslam toplumunda ilklerimiz maalesef çok, bu ilk büyük fitnelerden biri de Hz. Osman’ın (r.a) hilafeti döneminde İbn-i Sebe’nin provokatif girişimlerinin sonucunda ortaya çıkan eylemlerdir. İbn-i Sebe, eski bir Yemenli Haham başı olup görünüşte Müslüman, fakat gerçekte komiteciden başkası değildir. Nitekim o, Hz. Osman döneminde fitne çıkarmak amacıyla Medine’ye gelir gelmez ayağın tozuyla istismara müsait konu olan Haşimilik ve Emevilik meselesini provoke etme planını uygulamaya koymuştur. Hatta Hz. Osman ve devlet erkânı hakkında bir sürü iftira listesi hazırlamayı da ihmal etmeyecek kadar kurnaz bir tiptir. Dahası var, o birtakım etkin yerlere gönderdiği mektuplarla Hz. Osman’ın hal edilmesi senaryosunu adım adım yürürlüğe koydu, derken bu mektuplar kısa zamanda semeresini vermeye başladı bile. Öyle ki isyancılar Medine’yi basıp Halife Hz. Osman (r.a)’ı evinde Kur’an okurken bile şehit edecek kadar gözü kara olabileceklerdir. İşte isyancıların gerçekleştirdiği ilk anarşi, ilk kan dediğimiz hadise budur. Yani ciddi anlamda fitne hareketi Halifenin şehit edilmesi ile başlayacaktır. Öyle ki bu işlenen cinayet zincirinin ilk halkası zamanla etrafa sıçrayacak ve ortalığı dalga dalga kasıp kavurmaya devam edecektir.
Bundan sonraki merhalede ise Emeviler ile Haşimiler’i birbirine düşürecek planı hayata geçirmek vardı. Nitekim sosyal ve siyasi olaylar zincirinin bundan sonraki bölümü Hz. Osman’ın kan davası şeklinde yaşanacaktı. Zira plan gereği Hz. Osman’ı Hz. Ali’nin (k.v) öldürttüğü şaibesi yayılacak, böylece Emeviler’in bam teline bu şekilde dokunulup kışkırtılması sağlanacaktır. Bilindiği gibi Kureyş’in en önemli iki kolu, Haşimilik ve Emevilik’tir. Hz. Ali (k.v) ise Kureyş’in Haşimi kolundandır. O halde Hz. Ali’nin halife olması hilafetin Emeviler’in elinden çıkması anlamına gelecektir. Dolayısıyla bir yandan Emeviler tahrik edilmeye çalışılırken diğer yandan da Hz. Ali’nin (k.v) halife olması için gayret gösterilecekti. Hz. Osman’ın şehit olmasının ardından Basralılar Talha b. Zübeyir’i, Kufeliler Zubeyr b. Avvam’ı, Mısırlılar da Hz. Ali’yi halife olma konusunda ikna edemediler, hatta Sa’d b. Vakkas ve Abdullah b. Ömer’e başvurdular ondanda netice alamadılar. İsyancılar bu defa ültimatom yağdırarak; yarına kadar ashabın ileri gelenlerinden herhangi biri halife çıkmazsa “boyunlarını vuracağız” tehdidinde bulundular. İşte bu elim vaziyette Ensar- Muhacir grubundan bir topluluğun ikna etme girişimleri sonucunda; Hz. Ali (k.v) ertesi gün mescitte insanlardan beyat almıştır. Anlaşılan odur ki; Hz. Ali (k.v) önce halifeliği kabul etmez, ancak yoğun ısrarlar neticesinde halifeliğe geçmek zorunda kalmıştır. Artık bundan böyle Hz. Ali dördüncü halifedir.
Şimdi Müslümanları derinden yaralayan ve İslam âleminde ihtilafa sebep olan şu üç olaya göz atalım. Bu üç olay ana başlık itibarı ile Cemel Vakası, Sıffın Vakası ve Kerbela Vakası”dır. Ki, bugün bile bu üç tarihi olay hafızalarımızda hala canlı ve dipdiridir.
Cemel Vakası
Hz. Ali (k.v) halifeliğe seçildi seçilmesine ama önünde uzun bir mücadele dönemi bekliyordu onu. Daha işe başlar başlamaz içlerinde Talha ve Zübeyir’in de bulunduğu bir heyet Hz. Ali’ye Yüce Allahın ahkâmını tatbik için beyat ettiklerini hatırlatılarak, Hz. Osman’ın kanını döküp helal sayanların cezalarının verilmesini talep ettiler. Aynı düşünceleri şiddetle Şam’da ki Muaviye de savunuyordu. Hz. Ali (k.v), daha yeni işe koyulduğu curcunalı bir havada hemen ceza yoluna gitmenin doğru olmadığını, suların durulmasını beklemekte fayda olduğunu, devlet işlerini rayına oturduktan sonra hep birlikte halledilmesinin kanaatini taşıyordu. İşte Hz. Ali fitne içindeki bir coğrafyada Emir’ül Müminin olarak göreve bu tür taleplere muhatap kalarak başladı. Çünkü Hz. Ayşe, Hz. Zübeyir ve Hz. Talha fitne eylemlerine katılan tüm isyancıların öldürülmesi fikrinde idiler. Fakat Hz. Ali bu fikirde değildi. İlmin kapısı olan Hz. Ali bu konuda deha çapındaki fikrini “Bir kişinin hatasıyla grubun bütününün sorumlu kılınamayacağını” dile getirerek suçların şahsiliği prensibini hatırlatmıştır.
Hz. Zübeyir ve Hz. Talha bu sözler karşısında sanki ikna olurcasına, “Eğer Ali birlik ve beraberlikten yana ise o zaman aramızda mesele yok demektir’’ deyip huzurdan ayrılmışlardı.
Hz. Ali (k.v) biryandan da birlik ve dirlik adına Şam ve Kufe şehirlerine de kendisinin Rasulüllah’ın halifesi olarak kabul etmelerini bildiren mektuplar gönderdi. Ne yazık ki elçiler vasıtasıyla gönderilen mektuplar karşılık bulamıyordu. Her defasında eli boş dönen elçiler, bu sefer Muaviye’den bir mektup almayı başarabilmişlerdir, ama gelen bu mektupta sadece; ‘Muaviye b. Ebu Süfyan’dan Ali b. Ebi Talib’ ibareli bir satırlık gelen umursamaz cevap vardı ki, o ibare Hz. Ali’nin moralini bozmaya yetmişti bile.
Bu moral bozukluğu içerisinde geçirdiği halifeliğin başlangıcında ne oluyorsa yıllardır aynı emeller uğruna beraberce İslam adına mücadele ettiği iki dava arkadaşları çıka gelip umre için izin istediler. Hoşbeş sohbetin ardından Hz. Ali (k.v) kafalarında Talha ve Zübeyir’in Medine’ye bir daha hiç dönmeme niyeti taşıdıklarını bilmeden vedalaşıp yola uğurlayıverdi. Fakat arkadaşları Mekke’ye varıp umrelerini yaptıktan sonra Hz. Ayşe ile buluştuklarında Hz. Ali’ye isteksiz olarak beyat sözü verdikleri bildirdiler, aslında bu sözlerle beyattan vazgeçtiklerini itiraf etmiş oluyorlardı.
Her geçen gün Hz. Ayşe etrafında kümelenme gitgide artıyordu, derken karar verildi; Her kim Osman’ın katillerinden intikamını almak istiyorsa Basra’ya doğru sefere gelsin çağrısı yapıldı.
Bu çağrı üzerine Hz. Ayşe ve ordusu Hayber yakınlarında Evtas denilen yerde konakladıklarında Said b. As;
— Ey Müminlerin annesi nereye?
Hz. Ayşe:
— "Osman’ı şehit edenleri cezalandırmak için Basra’ya gidiyorum "deyince,
Said b. As:
— "Osman’ın katillerini uzaklarda aramana gerek yok, yanı başındakilere bakman kâfi." dedi.
Said bu sözlerle Zübeyr ve Talha’yı kastedip, onların hilafeti Hz. Ali’ye kaptırmaları ile Osman’ın derdine düştükleri rolüne büründüklerini ima ediyordu, ama Hz. Ayşe güttüğü davada hala kararlıydı. Ayşe annemiz Have’b denilen yere geldiğinde köpek ulumalarını işitince biranda hayaline Efendimiz (s.a.v)’in bir zaman hanımlarına söylediği; “Bana öyle geliyor ki sizden birine Have’b köpekleri uluyacak” sözleri aklına düşüverdi.
Hz. Ayşe bu sözleri hatırlar hatırlamaz birden irkiliverdi, geri dön duygusu ağır basmasına bastı ama Abdullah b. Zübeyr’in imdat çığlığı, yani; ‘Ali b. Ebi Talib geldi! Çabucak Basra’ya yetişin, neydi edip kendinizi kurtarmaya bakın’ tarzında ki avaz avaz çağrılar bu duyguları bertaraf etmeye yetti bile. Nitekim o tarafa doğru hareket edildi ve Basra’ya yakın Hufeyr denilen yere varıldı. Hz. Ali son kez barış umuduyla Ka’ka b. Amr’ı muharebe başlamadan görevlendirerek yaptığı bir dizi müzakerelerle barışın kapısını aralamayı başarmıştır. Fakat fitne yine boş durmadı, yine İbn-i Sebe şeytanca planla her iki tarafın çadırlarına yerleştirdiği adamlarla baskınlar düzenler, uykularından ayıkanlar gördüğü manzara karşısında karşı tarafın hışmına uğradık düşüncesiyle kılıçlarını kınından çıkarıp biranda iş karşılıklı savaşa dönüşmüş, derken Cemel vakası gerçekleşiverir. İşte tarihlerin Cemel vakası dediği ve on bin insanın ölümüne bir o kadar da yaralanmasına sebep olan muharebe budur. Hz. Ali zaferle çıkmıştı bu savaştan, ama sıra ganimetlere gelmişti ki Hz. Ali (k.v) derhal müdahale ederek, “Müminlerin annesi Ayşe ganimetlerden kime isabet edecek" sorusunu yöneltince ganimet isteklerinden vazgeçmek zorunda kaldılar, zaten kazananda Müslüman kaybeden de. Emirül Müminin bu soruyla ganimet sadece gayrimüslimlerden alınır mesajını vermişti.
Cemel vakası, galibinin de mağlubunun da pişman olduğu bir çatışmaydı. Çünkü Hz. Osman döneminde isyan boyutunda kalan mücadelenin Hz. Ali dönemiyle iç savaşa dönüşmesi yürekleri yaktı hep. Bu savaşta Hz. Zübeyir ve Hz. Talha şehit düşmüşlerdir.
Cemel Vakasını Bediüzzaman Said-i Nursi Hz.leri: “Cemel Vakası denilen Hz. Ali ile Hz. Talha ve Hz. Zübeyir ve Hz. Aişe-i Sıddıka arasında olan muharebe; adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir...” (Mektubat, 15. Mektup sh.53 1986 İst.) sözleriyle Cemel Vakası’nın gerçek ruhunu ortaya koyar. Hatta satır aralarında İslâm ulemasının şu sözlerine de yer vererek: “Sahabelerin muharebesinde kıyl-û kâl etme. Çünkü hem katil ve hem maktul ikisi de ehl-i cennettirler.” (a.g.e. sh.53) yorumunu yapar. Zaten hiç bir Ehl-i Sünnet erbabı da Hz. Ali (k.v.) hata yapmıştır dememiştir, diyemez de. Çünkü ölçü var ortada, Resulullah (s.a.v): “Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız kurtulursunuz.” diye beyan buyurmakta.
Sıffın Savaşı
Hz. Ali (k.v), Cemel hadisesinden sonra birliği ve dirliği kurmak adına Suriye’ye yönelir. Yani Hz. Ali Basra’da işleri hal yoluna koyduktan sonra Kufe’ye döndü yüzünü, böylece burada Şam’a yakın bir yerde konaklayarak Muaviye’ye sıra sana geldi mesajı verilecekti. Ne yazık ki Hz. Muaviye Hz. Ali’ye beyat etmedi, hatta kendisine sunulan barış yollarını da tıkayınca ister istemez Emeviliğin Haşimiliğe tepkisi olarak her iki ordu Cemel vakasından bir sene sonra Sıffın’de karşı karşıya geldiler. Böylece Sıffın’da boğaz boğaz boğaza gelen yiğitler bir bir toprağa düştüler. Her iki tarafta büyük kayıplar verdiler. Öyle ki; Resulüllah’ın yıllar öncesinde söylediği; ‘Ya Ali ben Kur’an’ın tenzili üzerine sen ise tevili üzerine çarpışacaksın’ buyurduğu mucizevî hadisi şerifi gerçekleşecektir. Bu yüzden İslam âlimleri Hz. Ali ile Hz. Muaviye’nin arasındaki mücadelenin içtihada dayalı savaş olduğunu belirtirler. Yani tenzil ve tevil üzerine göze alınan mücadele diye tarif ediyorlar ulemamız.
Sıffın savaşı, büyük kayıpların yanı sıra Haricilerin Hz. Ali den kopmasına de vesile olur. O güne kadar sadakatle bağlı olan Hariciler hakemlik meselesi ile ihtilafa düşüp, Hz. Ali (k.v) ile yollarını ayırırlar. Sadece yollarını ayırmazlar cephe de alırlar. Onlar Kuranda ki; ‘Hüküm Allah’ındır’ ayetini Hz. Aliye karşı kalkan olarak kullanmaktan bile çekinmeyeceklerdir. Hz. Ali (k.v) bu suçlamalar karşısında, “Bu sözlerle emirlik Allah’ındır demek istiyorsunuz. Oysa emirlik gerekir ki onun vasıtasıyla bütün işler görülebilsin..” diyerek ayetin hakiki manasını ortaya koyuyordu.
Hariciler aynı zamanda iyi bir Kurra’ydı (iyi Kur’an okuyan). Fakat Kur’anın mana ve ruhundan uzak okuyucular olmaları dolayısıyla onları her önüne geleni kâfir ilan etme yoluna itmiştir. Haricilere Hz. Ali’den niye ayrıldıklarını sorduklarında verdikleri cevap; Sıffın’da hakeme başvurmasını öne sürerler. Oysa Hz. Ali başlangıçta Kur’an sahifelerinin mızraklara takılmasının bir hile ve tuzak olduğunu defalarca telkin ettiği halde, ısrarlarından vazgeçememişlerdi, üstelik Hz Ali’yi hakem tayinini kabul etmeye de mecbur bıraktılar. Derken tarihi fırsatı kaçırmaya neden olmuşlardır. Zira bilgisizlik ve cehalet uzun yıllar kanlı yılların yaşanmasını sağlayacaktır. Yani Hz. Ali hilafet içtihadıyla, Hz. Muaviye de saltanat içtihadıyla bedevi (Harici) kılıçlarına maruz kalacaklardır. Hariciler, kuşkusuz İslamiyet’e derinden bağlıydılar, ne var ki derinden bağlılık tek başına yetmiyor, bu yolda bilgide gerekiyordu. Demek ki samimiyet tek başına kurtarıcı amil olamıyor. Bugünde yaşadığımız kanlı kavgaların ardında hep ilimsizlik yatmaktadır maalesef.
Anlaşılan, Sıffın Vakası Hz. Ali (k.v.)’in hilafet içtihadıyla, Hz. Muaviye’nin de saltanat içtihadıyla karşı karşıya geldiği bir savaştır. İkisi de gerek hilafet adına, gerekse saltanat adına İslâmiyet’e hizmet etmek istemişlerdir, iddia edildiği gibi imamlığı elde etmek için değil. Hz. Ali (k.v.)’in Hz. Osman (r.a.) katillerinin hemen tesliminin yanlış olacağı içtihadı, Hz. Muaviye’nin de bir an evvel katillerin cezasının icra edilmesi içtihadı aralarında birtakım olayların vukuu bulmasına sebep olmuştur.
Ehl-i Beyt
Belli ki; Sıffın savaşı tatmin etmemişti fitne odaklarını. İbn-i Sebe Sıffin savaşından sonra yeni bir planı yürürlüğe koymak için kollarını çoktan sıvamıştı bile. Bu sefer ki senaryonun adı: Ehli Beyt Muhabbetini istismar etme planıdır. Zira İbni Sebe başkanlığında bir grup Hz. Âli’nin huzuruna çıkarak, “Sen Rabbimizsin, ilahımızsın..” deme cüretini gösterebilmişlerdir.. Bu duruma Hz. Ali (k.v) üzülse de, İbn-i Sebe’yi ordu içinde taraftarlarının çokluğu nedeniyle, ya da fitne ve zaafa yol açacağı endişelerinden hareketle onu öldürmekten vazgeçti, sadece onu Medayin’e sürmekle yetindi. İbni Sebe sürgün gittiği yerde de boş durmamış, vaktiyle Hz. Ali’den kaçan birtakım Harici gruplarla görüştü, derken reisleri Evfa Oğlunu buldu. Ne oluyorsa bu buluşmadan sonra oluyor, bu buluşmada alınan karar doğrultusunda Hz. Ali, Hz. Muaviye ve Amr İbnal As’ı öldürmek üzere Muharrem ayının 17. günü üç suikastçı yola çıkarılıyor. Takdiri ilahi olsa gerektir ki Hz. Muaviye ve Amr İbnül As bu suikast girişiminden kıl payı kurtuluyorlar. Hz. Ali (k.v) ise hilafetin gereği Hz. Muaviye gibi yanında yaver ya da korumaları olmadığından İbn-i Mülcem isimli suikastçının zehirli kılıcıyla vücuduna darbe alıyor ve zehirin vücudunda yol açtığı sızıyla yatağa düşer. Hasta yatağında iken kendisine, “Hz. Hasan’a biat edelim mi?’’ sualini sorduklarında cevaben, “Size bunu ne tavsiye ederim ne de yapmayınız”derim" sözleriyle aslında hilafetin seçimle olabileceği imasında bulunmuştur.
Hz. Ali (k.v) Allah Resulünün buyurduğu tenzil mücadelesini şehit düşerek bedelini ödemiş ve sevdiklerine kavuşmuştu, ama ahrette irtihalinin ardından bile fitne güruhu Hicretin 39.yılında(Miladi 660) hac mevsiminde bir grup Harici kararıyla İbni Sebe’nin telkinleri doğrultusunda naaşına bile ‘hulul’ ya da ‘ulûhiyet’ isnat edilecektir. Ölen bir bedene saygısızlıkta ölçü tanınmayacaktı, böylece Şiiliğin tohumlarının atılmasına vesile olacaklardır bu olayla.
Hz. Muaviye ise Hz. Ali’nin şehit olmasının ardından O’na olan düşmanlığını mescitlerde Hz. Ali’ye lanet okuyarak başlanılan hutbelerle tutumunu devam ettirdi. Hz. Hasan tıpkı babası gibi birlik ve dirlik düşüncesiyle hilafet hakkını Muaviye’ye devretmesiyle, onun davasının Hz. Osman’ın katillerinin intikamının alınması olmadığını, asıl derdinin saltanat olduğu mesajını verip, bu dosyayı burada kapatmak istemiştir. Zaten Allah’ın Habibi; “Benden sonra halifelik otuz senedir ondan sonrası mülktür” diye beyan buyurarak mülk, yani saltanat dönemlerinin eşiğine gelinmiştir böylece. Corci Zeydan bu yüzden; Hilafetin babadan oğla geçiş devrini Hz. Muaviye tarafından başlatıldığını söyler. Esasen İslam da hilafetin seçime dayalı olduğunu belirtir. Zira Allah Resulünden sonra dünyevi liderliğe Hz. Ebubekir seçilmişti.
Hâsılı; Allah Resulünün “Ey Ali ben Kur’an’ın tenzili üzerine, sen ise tevili üzerine mücadele edeceksin” beyan buyurduğu devir böylece kapanmış olacaktır.
Kerbala
Üçüncü fitne olayı dediğimiz Kerbelâ olayı ise, içtihat meselesi olmayıp, doğrudan doğruya Emeviler’in ırkçılık politikalarına karşı tepkiden doğmuş bir harekettir. Yani, vakıanın temelinde din ve milliyet çatışması söz konusudur. Ki, Said-i Nursî Hz.leri bu mevzuda: “Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in Emeviler’e karşı mücadeleleri ise din ve devlet muharebesi idi. Yani Emeviler Devlet-i İslâmiye’yi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip Rabıta-ı İslâmiyet’i, Rabıta-i milletten geri bıraktıklarından iki cihetle zarar verdiler... Rabıta-i diniyye yerine Rabıta-i millet ikame edilemez; edilirse adalet edilmez, hakkaniyet gider.’’ (a.g.e. sh.55) diye aydınlatıyor bizleri. Tabii netice malum, Hz. Hüseyin ve nice Ehl-i Beyt, Yezit zulmüne maruz kalarak katledilmiş ve şehit olmuşlardır. İşte bu vahim olay Müslümanlar arasında ciddi boyutta ayrılıklara yol açmıştır. Ayrılığın temelinde tarafların birbirini tanımamaları ve karşılıklı önyargılı suçlamalar yatmaktadır. Oysa hiçbir Ehl-i Sünnet ve Sünni çocuklarına Yezit ismi dahi vermemiştir. Aksine Sünni insanların çocukların arasında çok sayıda Ali, Hasan, Hüseyin isimleri var. Demek ki ayrılığımız ve gayriliğimiz yok. Yeter ki, birbirimizi tanımaya çalışalım, ‘İri olalım, diri olalım, gelin canlar bir olalım’ diyen arifibillah’ın sözlerine kulak verelim gerisi kolay, hasmani tutumları bir kenara atıp, İbn-i Sebe ve Hasan Sabbah kılığında aramızda dolaşan tahrikçi unsurlara meydan vermemek en doğrusu. İşi kolay kılmak varken birbirimizin kuyusunu kazmak niye?
Kerbelâ Vakası’nın neticeleri üzerinde Bediüzzaman Said Nursî: “Kader nokta-i nazarında feci akıbetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevi bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile manevi saltanatın cem’i gayet müşkildir, onun için onları dünyadan küstürdü, dünyaya karşı alâkaları kalmasın, onların elleri muvakkafat ve sûri bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimi bir saltanat-ı maneviyyeye tayin edildiler. Adı valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.” (a.g.e. sh.55) diye yorumda bulunur.
Gerçekten de evliya aktabları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin kanalıyla günümüze kadar kollarıyla birlikte uzanmış, bir kısım silsile kollarının nispetleri de kesilmiş (manevi yönden halife bırakmayan kollar), bir kısım kollar da silsileyi şerife sayesinde manevi süluk yolunu kıyamete kadar devamını sağlayacak manevi sistemi kurmuşlardır. Nitekim Cafer-i Sadık Hazretleri gibi nice mürşitler Ehl-i Beyt’in manevi kanalından gelmiş, daha sonraları da Mevlâna Halid, Abdülkadir Geylânî, Ahmed El Rufaî, Şah-ı Nakşibendî, Piri Türkistan-î Ahmet Yesevi, Mevlâna gibi zatlar hep bu velayet pınarından yetişmişler ve böylece çağları aydınlatmışlardır.
Ehli Beyti bir de Dursun Ali Erzincanlı’nın ‘Kerbala’ albümünden etkilenerek dinlediğim ve o akıcı lisanından okuyalım:
***
“Hicretin dördüncü yılı, birer yıl arayla Medine de iki doğum, iki bayram, iki ay parçası, yeryüzünün en hayırlı dedesinin gözbebekleri doğuyor Fatımat’üz Zehra’nın körpecik fidanları, Ali’yyül Mürt’eza’nın eşsiz kahramanları, ehli beytin nazlı çiçekleri, merhaba diyor o incecik sesiyle, isimlerini rahman koyuyor Cebrail nefesiyle. Siz onlara Allahın lütfü deyin birinin Hüseyin diğerinin Hasan. Onlar cennet gençliğin iki seyyidi, onlar peygamber dizinde büyüdüler, zaten onlar semada büyüktüler.
Bir gün peygamberimiz oturuyorlar, Hasanla Hüseyin birbirlerini yakalamak için uğraşıyorlardı buyurdular;
—Ha gayret Hasan göreyim seni, yakala Hüseyin’i ‘diyordu.
Hz. Ali:
—Ya Resulullah! Hüseyin den yana taraf olman gerekmez mi, Hüseyin daha küçük.
Serverı Kâinat Efendimiz(s.a.v) buyuruyorlar:
— Baksana Cebrail de Hüseyin’i tutuyor, ha gayret Hüseyin göreyim seni diyor.
Yine bir gün Efendimiz ashabıyla yürüyorlardı. Hz Hüseyin arkadaşlarıyla oynuyordu, Peygamberimiz ellerini açıyor, Hz. Hüseyin bir oraya bir buraya kaçıyordu, Resulüllah gülerek onu yakılıyor Nebiler Serveri, öpüyor kokluyor sonra zaman ve mekâna sesleniyor; Hüseyin bendendir, bende Hüseyin’denim Allah’ı seven Hüseyni sever Hüseyin torunlardan bir torundur.
Bir gün Cebrail bir haber veriyor; Hüseyin Fırat kıyısında şehit edilecektir, orası üzüntülü, tasalı, mihnetli ve belalı bir yerdir, Kerb-ü beladır, orası Kerbala’dır.
Hicretin 61. yılı. Aylardan Muharrem. Kan renginde Fırat. Ve dudaklar susuz, yürekler susuz. Kerbala’da bir oğul var, yoluna oğullar feda, bir torun Kerbela’da, dedesinden elli yıl uzakta, onun gibi bembeyaz giyimli, bembeyaz yüzlü. Atının üzerinden sesleniyor merhametten yoksun olanlara;
Ben peygamberiniz (a.s)’ın kızının oğlu değil miyim?
Ben Hz. Muhammed Mustafa’nın torunu değil miyim?
Şehitler Seyyidi Hamza, babamın amcası değil mi?
Çift kanatlı şehit Cafer, benim amcam değil mi?
Kerbela’da bir oğul var, çevresinde yeminler ediliyor şahadete ve bir bir toprağa düşüyor yiğitler. Ehli beytin solan ilk çiçeği Aliyyul Ekber’dir, sonra sıra sıra soldu cıvanlar; Muhammed bin Abdullah bin Cafer, Abdurrahman bin Akil, Cafer bin Akil vs.
İşte bakın biri daha yürüyor ölüme. Hz. Hasanın oğlu Kasım. Onunda yüzü ay parçası, elinde kılıç, üzerinde gömlek, lekeleri, ayak sandallarından birisinin bağı kopmuş, başına kılıç iniyor ve amca diyerek yüz üstü düşüyor Kerbela’ya.
Kerbala’da bir oğul var, bir şahin var, kucağında üç yaşında bir seyyid, adı Abdullah. Ve bir ok Abdullah’ı boğazından vuruyor. Hz. Hüseyin kanla dolan avuçlarını yere boşaltıyor, ‘Yarab! Bize göklerden yardım etmeyeceksen hakkımızdan ondan daha hayırlısını ihsan et.’
Hicretin 61.yılı. Muharrem ayının onu, bir şehit var Kerbela’da, tam otuz üç mızrak yarası, otuz dört kılıç yarası. Ey Muhammedim! Nerdesin, nerde. Hüseyin’in başı bir yerde gövdesi bir yerde... Bu Hz. Zeynep’in feryadıdır dedesine;
—Ey Muhammedim, Ey Muhammedim! Sana göklerde ki Melekler Selatü selam getiriyorlar, Hüseyin ise şu otsuz bozkırda, çölde, tozlara topraklara, kanlara bulanmış azaları kesilmiş yatıyor. Ey Muhammedim! Senin kızların esir edilmiş, zürriyetin hep öldürülmüş sabah yelleri onların üzerine toz toprak savuruyor.
Abdullah b. Abbas o gün Medine’de Rasulüllah (s.a.v)’ı görür rüyada. Yanında içi kan dolu cam bir bardak ve şöyle buyurdular;
—Benden sonra ümmetimin yaptığı şeyi biliyor musun? Hüseyin’i şehit ettiler. Bu onun ve ashabının kanlarıdır, bunu Allah’a sunacağım.
—Ya Rasulüllah! Biz asırlar sonra geldik. Eğer o gün olsaydık Kerbela’da, Allaha kasem olsun ki ashabının seni koruduğu gibi korurduk ehli beytini, ya da o uğurda verirdik canımızı. Bu sözümüzün bir ispatı olarak bu gün biz senin kapındayız. Taşıdığımız ehli beyt isimleri; kimimiz Ali, kimimiz Fatıma, kimimiz Hasan ve Hüseyin ve iftiharla senin ismini taşıyor çoğumuz. Allah ruhumuzu senin kapında, Ehli beytine layık olduğumuz bir anda alsın. Aliyyi Azharla, Zeynel Abidin'le her asırda Hüseyni çiçekler açarken, yanaklarında peygamber busesi ve her biri senden bir koku taşırken çağlara, Allah bizi onlardan ayırmasın. Bizi senden ve rızasından ayırmasın.”
***
Devam edecek…
Mart 2012
Editör: Aleviliğin tarihini ve oluşum sürecini anlatan araştırmacı yazar Selim Gürbüzer, yazısının devamında "Alevilik nedir?" sorusunun cevabına da ışık tutuyor... Yazının devamına ulaşabilirsiniz...