Ahmet Hasbî Aker (3)

Abone Ol
ARDINDAN YAZILANLAR

Mahallî basın yayın imkânlarının çok sınırlı olduğu, yazma kültürünün zayıf olduğu zaman ve çevrede hayatını geçiren; kendi yazdıklarının vefatından sonra tüm kütüphanesi dağıtıldığı için, hangi talebesinde  olduğu bilinmeyen Hoca Ahmet Efendi'nin yine de bazı talebeleri vefatının ardından hakkında yazmayı ihmal etmemişler, bunlardan tespit edebildiklerim;
 
Hoca Mehmet olarak tanınan ve birçok eser yazmış olan talebesi Mehmet Hocaoğlu, Ahmet Hasbi Efendi'nin vefatının ardından, o yıllarda yayınlanmaya başlayıp ancak birkaç sayı çıkan Demet Mecmuası'nda duygularını şöyle dile getirmiş:

Hepimizin Abustalı Hoca Ahmet Efendi diye tanıdığımız Ahmet Aker 26 Aralık 1955 Pazartesi Hakk'ın rahmetine kavuştu.. Hepimizin son yeri.
Ahmet Aker çağdaşlarımın hocası idi. Ondan çok şeyler öğrendik. İlmi ahlâkı ile tam bir terbiyecimizdi.

Mini mini bir öğrenci iken kendisini tanıdım. Orta boylu, siyah sakallı, pembe yanaklı, beyaz dişli, sarıklı, güler yüzlü Hocanın bizlerde öyle derin ve unutulmaz hatıraları var ki merhum daima güler, gülerek sever; gülerek azarlar, gülerek okşardı. Tebessümle kahkaha arasında hususî bir gülme… Dövse de gülerdi. Onun için olacak ki dayağından da özel bir lezzet duyardık.

Hoca yeni cereyanlara uymaz dediler, okulunu ve yerini değiştirdiler. Emekliliğini istedi ve ayrıldı. O zaman orta çağda idi. Zengin değildi ama bir dükkân açacak parası vardı. Olmasa da herkesin parası onun sayılırdı, çünkü bir doğruluk numunesi idi. Tüccarlar ona her çeşit kredi açarlardı. Açarlardı ama gelgelelim Hoca da para kazanmak ihtirası ne gezer. O para kazanmak sevdasına kapılmadı. Yine gözü terbiyeciliğinde idi. Şingâh Camii'ne imam oldu. Allah'ın emirlerini, insanlığın icaplarını kürsüden söyledi. Sohbetlerinde belirtti, hareketleri ile gösterdi. Hülasa eski mesleğini terk etmedi, onu bir başka nam altında devam ettirdi.

Ahmet Aker'in hayatı evi, camii ve kitapları arasında geçti. Bir birinin aynı, mesut, endişesiz, üzüntüsüz, huzurlu günler.

Hoca mevkî, servet gibi fani şeylerin hiç birinin ihtirasını taşımadı. Bunlara hiçbir zaman kıymet vermedi. Hayatında tek telaş ettiği kitapları, sıhhatı ve dişleri idi. Dişlerini her gün misvakla kendi yaptığı toz karışımı ile temizler onları bembeyaz saklardı. Tek diş çektirmemişti. Bizler, hayatında kıymetini hakkıyla anlayamadık, bilemedik. Aramızdan ayrıldı, ebediyete göçtü. Onun ayrılmasıyla neler, ne büyük şeyler kaybettiğimizi şimdi anlıyoruz. Neye yarar, daima insan oğlu böyledir. İşte şairin dediği gibi:

"Kadrini seng-i musalla da bilüp ey Baki
Durup el bağlayalar karşında yaran saf saf’’

Çok doğru….Hocamızın kadrini müsella taşında bildik. Bildik de karşısında saf saf olup, el bağladık. Tabutunu omuzlarımızda, ellerimizde, hatta parmaklarımızın üzerinde taşıyarak, ebedi istirahatgâhına götürdük. İşte bütün kadirşinaslığımız bundan ibaret. Tanrı'dan hocamıza rahmet diler, büyük günümüzde şefaatini bekleriz.

***                                                                                                                                                                                                                                                                   
Resmi okullardaki talebelerinden emekli İlköğretim Müfettişi ve Milli Eğitim Müdürü Cemal Yetişen İstanbul'da yayınlanan Bayburt Dergisi'nde 90'lı yıllarda şu yazıyı kaleme almış:

"-Altmış bir yıl öncesinin o giyim kuşamında özenli, örnek davranışlı, sevecen bakışlı, gözlerini bizden ayırmayan; görkemli görünümü ile sınıfımızın siyah yazı tahtası önündeki Ahmet Hasbi Hocası gözlerimin önüne geldi.

Yarısı eski, yarısı yeni harfli 1928-1929 öğretim yılında başladığım ilk mektebin; birinci, ikinci sınıf muallimim Ahmet Hasbi Bey idi.

Yetişme menşeî kökeni hocalık olan Ahmet Hasbi'nin hizmet yılları çoğunlukla müderrislik ve muallimlikle geçmiştir. Sürekli kendini yetiştirici girişimlerde bulunmuş, bu fırsatları iyi değerlendirmiştir.

Hoca, müderris Ahmet Hasbi’nin muallimliğe geçiş yılları, yeni Türk harfleri devrimi yıllarına rastlar. Bayburt Milli Eğitim tarihinde hocalıktan muallimliğe geçişin simgesel ismi Ahmet Hasbi Hoca’dır. O hocalığı kendi yeri camide, muallimliğe de mektepte uygulanan, uygar, aydın kişiliği ile adını simgeleştirmeye hak kazanmıştır. Yeni Türk harflerinin baş öğretmeni Bayburt’ta o olmuştur. Bu yıllarda Tuzcuzade’deki mektepte görevlidir. Bu mektep geceleri de ‘Milli Mektep’ idi. Gece mektebinde de Ahmet Hasbi Hoca vazife almıştı.
 
Ahmet Hasbi Aker muallimler kuşağının çalışma koşulları çok ağır ve zordu. Buna karşın ülkede yeni Türk harfleriyle grafik çizgisini sıfırdan yükselten bir kuşaktır. Bunun şeref payesi bu kuşağındır.

Harf devriminin ilk yılı birinci sınıfta ilk okuma yazmaya "çatma" metoduyla başladık. Elimizde yeni alfabe yok. Önce birkaç harf tahtaya yazılıyor. Biz de deftere yazıyor sonra bu harfleri çatarak heceler üretiyorduk. Başarılı olamıyorduk. Bu hecelerden çıkan tek heceli kelimeleri, herkesin yazıp okuduğu Hoca’nın dikkatini çekmiş ki; o ders hep böyle kelimeler bir de cümle yazdırdı. Ertesi gün okulun üç öğretmeni sınıfa geldiler ve bunun uygulamasını yaptılar. Sonuç başarılıydı. Ahmet Efendi ve arkadaşlarının gözlerinde buluşun sevinci ışıldadı. Muallimlik mesleğini, toplumumuzdaki başköşeye bu kuşak oturtmuştur.

Onun görev yaptığı Gökçedere’de yıllar sonra görev yaptım. Anıları köy halkının gönlünde anıtlaşmıştı. Ahmet Hasbi Aker eski yazıda hattat düzeyinde, yeni yazıda üstün secereliydi. Öğrencilerinin güzel yazı yazması üzerine titizdi. Gökçedere’deki öğrencilerinden köy katibi Emin Efendi (Şeker) güzel yazısı ile ünlü idi. Her işindeki düzenliliği okul defter ve kayıtlarında da görülür. Halkımızın güzel bir deyimi var; bütün değerlendirmeleri bu toplumda topluyor ve böyle kişilere “büyük insan” diyor.
 
Zamanın “musahabe-i ahlâk” dersi muallimi de olan Hoca Ahmet Hasbi AKER’in hocalığı da köy halkının eğitimine çok yararlı olmuştu.

Hocalara özgü cemaat adamlığının üstüne, hoca ve muallimliği Ahmet Hasbi AKER’e cemiyet adamlığı kişiliği de kazandırmıştır. Hocam bu kişiliği ile ömür boyu eğitici, saygın hizmetlerini sürdürmüştür.

Büyük hizmetlerin büyük insanı, Aziz Hocam; Rahmetin bol, ruhun şad olsun.’’
  

***

Eski Bayındırlık Bakanlarından Erol Tuncer’ in ve Dr. Erdal Tuncer in babası olan eğitimci, emekli öğretmen Selahattin Tuncer, Ankara'da yayınlanan Bayburt'un Sesi Dergisi ve daha sonra Bayburt Postası Gazetesi'nde yayınlanan; Milli Eğitimin o yıllarda nasıl şartlarda yapıldığını gösteren ve eğitim tarihimize ışık tutan anılarında hocasını şöyle anlatmış:

"’- Uzunca ve mütevazin (biçimli) bir boy, afif (iffetli) bir yaşamın kazandırdığı güzel bir yüz, bu yüzü süsleyen biçimli kısa ve siyah bir sakal; işte çocukluğumun tanıdığı ilk öğretmenim Ahmet Hasbi Efendi.

Kuvvetli bir medrese kültürü ve asrî bilgilerin birleştiği kişiliği ile medrese hocalığından Cumhuriyet dönemi ilkokul öğretmenliğine kolayca ve başarılı bir geçiş ve öğretmenliğin bütün niteliğine sahip; yerinde tatlı sert, yerinde müşfik ve ideal bir alfabe öğretmenliği. Başarılı bir alfabe öğretmenliğinin ne demek olduğunu anlayabilmek için, eski yazı alfabenin öğrenilmesinin ve öğretmenin ne kadar güç olduğunu bilmek lazım.

İlkokula bu gün Şair Zihni İlkokulu'nun yerinde olan, İdadiden Cumhuriyetin ilk yılında çevrilmiş olan okulun Devre-i İptidadiye olarak adlandırılan birinci sınıfında başlamıştım. Yıl 1923. Lise sınıflarında olan ağabeyisinin elinden tutarak ta Tuzcuzade mahallesinden bu okula gelen mini mini bir öğrenci. Bir yıl bu okulda rahmetli Ahmet Hasbi Efendi'den alfabe okuyup, ikinci sınıfa geçtiğimiz zaman bu okula başka bir şekil verilince, bizim mahallede caminin yanındaki eski medrese binasında açılan Tuzcuzade İlkokulu'na nakledildik. Baş öğretmenimiz de Ahmet Hasbi Efendi oldu.

Değerli Hocam bizleri bu okulda dördüncü sınıfa kadar okuttuktan sonra rahmetli Faik Kayalı'ya devretti. Hocamızın bu günkü kuşaklarca bilinmeyen bir niteliği de Feraiz (İslam'da miras hukuku ve mirasın paylaşılması) ilminde, Bayburt'ta "yedi tula" (büyük uzmanlık ve derin bilgi) sahibi üç hocadan biri olmasıdır. Müftü Fahreddin ve Hocazade Mehmet Efendi ve O.

Öğretmenliğinde Tanrı vergisi bir feyize sahipti. Ondan alfabe okuyupta öğrenmeyen olmazdı, en gabi çocuklar bile…

Kendine mahsus orijinal bir öğretim metodu vardı. Sonradan yetişip kendisine arkadaşlık şerefine eriştiğim zaman meslek anılarını anlatırken; alfabe öğretiminde hiç zorluk çekmediği öğrencilerinden olduğumu söyleyerek beni taltif ederdi.

Vakur ve ciddi bir kişiliğe sahipti. Herkese saygı telkin ederdi. Az fakat öz konuşur, çelebi bir kişi idi. Öğrencilere daima efendi diye hitab ettiğini hatırlıyorum. Bana öğrenci iken de, yetişip kendisine meslektaş olduğum zaman da hep "Selahhüddin Efendi" diye hitab etmiştir.

Kara Vaizin Kahvesi önündeki ağaçların altında seçkin kişilerin sohbetinde bulunur, sağlam bilgisi, kuvvetli mantığı ile sohbetlere renk katardı. 
Ömür boyu hatıramdan ve hafızamdan silinmeyen ve ilk feyzimi aldığım değerli hocam için daima Tanrı'dan Rahmet dilemekteyim. Nur içinde yatsın.’’        

***

Bayburt'un Manevi Bekçileri ve İrşadi adlı eserleri hazırlayan M. Fahri Yılmaztürk İstanbul'da neşredilen Bayburt Dergisi'nde yayınlanan yazısında Ahmet Hasbi Aker'i şöyle anlatmış:

"- Alim, Fazıl.. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri muallimi… Fetva Kâtibi… Şingah mahallesi Ketenci Camii imam ve hatibi… Müderris… Ehl-i- takva.. Cumhuriyetin ilanı ile beraber 1924'te Bayburt'ta kurulan vatansever "Gençlik Yurdu Cemiyeti" kurucularından ve idare heyeti üyesi.

Ahmet Hasbî Efendi 1304 (1888) yılında Bayburt'un Abusta köyünde dünyaya geldi. Babası, Beyazahmedoğulları diye bilinen köyün yerlilerinden Dursun Efendi, annesi; Rizeli Fatma Hanımdır. Okul çağına geldikten sonra ‘’benim okumamın müsebibi’’ dediği annesi tarafından çoğu zaman sırtında olmak üzere iki yıl okumak gayesiyle komşu büyük köy Çakmas'a götürülüp getirilir. Daha sonra Fatma Hanım oğlunu kendi memleketi olan Rize'ye götürerek orada medreseye verir. İki yıldan fazla burada okuduktan sonra Bayburt'a gelerek burada Medreseden mezun oldu.   

1315'de (M 1899) Bayburt'a geldiği vakit Yeni Cami'nin (Yakutiye Camii) inşası bitmek üzeredir. O zaman Bayburt Medresesi'nin en büyük hocası, aynı zamanda şehrin müftüsü olan "Nahizerli Hacı Ali Efendi"dir. Nahizer Of veya Sürmene'ye bağlı bir köydür. Müftü Ali Efendi Bayburt'a epeyce evvel gelip yerleşmiş. Mehmet Çelebi mahallesindeki konağında oturuyor, devrinin büyük alimlerinden, uzun seneler Bayburt Müftülüğü yapmış. Ali Efendi Birinci Dünya savaşından önce gittiği Hac'da vefat ederek, Mekke'de defnedilmiştir. Müftü Hacı Ali Efendi; Ahmet Hasbî'yi çok takdir edip, emek vermiş ve himayesine almış, yazısı çok güzel olduğu için kendisini Fetva kâtibi yapmıştır. Yine Medresenin Hocalarından ve aynı zamanda Müftü Ali Efendi'nin damadı olan aslen Bayburt'un Varzahan köyünden olan Mikdat Efendi de Ahmet Hasbî'nin yetişmesinde çok mesai sarf etmiştir.

Ahmet Hasbi Efendi, 1325 (M.1909) yılında yine kendi hemşerisi olan Nazım Efendi, yani ‘Müftü Nazım Köklü’ ile birlikte medreseden ‘icazet’ almışlardır. Bu zat ile dostlukları hayatlarının sonuna kadar devam etmiştir. İcazet aldıktan sonra da o zamanki mevzuata göre ilkokul öğretmenliğine başlamışlardır. Derken 1913'te bütün Türkiye’ de olduğu gibi Bayburt’ ta medreseyi bitirenler imtihana tabi tutulmuş, bu imtihan neticesinde Ahmet Hasbi Efendi, Nazım Efendi ve bir kişi daha çok başarılı olarak ertesi yıl başlayan Birinci Cihan Harbi'nde orduya yedek subay olarak katılmışlardır. O büyük muharebede, Sarıkamış Muharebesinde ordu Erzurum'a çekilince, kendisi ağır bir hastalığa tutulmuş. Hatta Erzurum'da o müthiş kışta bir yerden bir yere nakledilirken ayaklarını üşütmüş bir ay sonra Bayburt’ a geldiğinde ayaklarındaki çarıkları çıkartmak bile büyük bir mesele olmuştur. O zaman doktor yok, ilaç yok, tedavi ilkel... Çarıkları zor bela çıkardıklarında gördüler ki parmaklar düşmek üzere, çürümüş. Mahallede bu konuları iyi bilen yaşlı bir kadının hazırladığı ilaçlarla tedavisi yapılıyor ve Allah'ın inayetiyle Ahmet Hasbi Efendi hayatını devam ettirebiliyor.

Arkadan ‘Urus’ o yıl Kop Dağları’na dayanıyor. Bu halde Ahmet Hasbi Efendi tekrar orduya katılarak Halit Bey’in emrindeki birliklerde görev alıyor. 1916'da bütün Bayburt muhacir olarak Anadolu’nun içlerine doğru yola çıkıyorlar. Ahmet Hasbi Efendi de hanımını alarak muhacirler kafilesine dahil oluyorlar ve Sivas’ a geliyorlar, Sultani’de öğretmenliğe devam ediyor. Normal düzene geçildikten sonra 1918’de tekrar Bayburt’a dönüyorlar. Bir kaç yıl sonra yatılı okulda ‘Ulum-i Diniyye’ hocalığına devam ediyor. 1922-23 yılları civarı bugün Boyacı Recep’in evleri plan binada ‘Mahmut Kemal Bey’le Cumhuriyet İlkokulu’nu açıyorlar. Müdürlük görevi kendisindedir. Yıllar devam ediyor ve 1927’de Galer'deki ‘Şair Zihni İlkokulu’nu açıyorlar. Bu görevi 1931'e kadar sürüyor ve o yıl Gümüşhane’deki Maarif Müdürü ile anlaşmazlığa düşüyorlar. İş had safhaya varınca Maarif Müdürü Ahmet Hasbi Efendi’yi haksız bir tasarrufla ‘Pulur’a tayin ediyor. Pulur’da, Hoca üç yıl görev yaptıktan sonra 1933 sonlarında emekli oluyor, Bayburt’'a dönüyor.

Hoca’nın Bayburt’ta Şingah Mahallesi’nde kendi evleri var. O sıralarda Şingah Camii'nde (Ketenci Camii) İmamlık kadrosu boş. Ahmet Hasbi Efendi, Şingah Camii ‘İmam ve Hatipliği’ne tayin ediliyor.

Aynı zamanda Bayburt’ta ki ‘Encümen-i Umuriyye’nin üç üyesinden birisidir. Bu encümen, Ahmet müezzin adaylarını imtihan ve tayin etmek gelirdi. Hoca Ahmet Hasbi Efendi, gençliğinden beri çok okuyan ve araştıran bir yapıya sahipti. Dini mevzular dışında tarih ve edebiyata çok meraklı, kütüphanesi bu gibi eserlerle dolu idi. Eski yazı, yeni yazı ayrımı yapmadan okurdu. Çok sayıda öğrencisi vardı. Bu öğrencileri ölümüne kadar yanı başından ayrılmadılar. Dini mevzularda kılı kırk yarardı. İmam ve hatiplik görevi dışındaki zamanını muhakkak öğrencileri ile geçirirdi. Onların bilgi hazinelerini durmadan genişletirdi. Kimler yoktu ki talebeleri arasında… Müftüler… İmamlar…Ehl-i tarikler…Müezzinler… İlim tahsil etmek isteyen daha niceleri… Bıkmadan uğraşırdı. Sabah namazına bir buçuk saat kala kalkar, abdest hazırlığından sonra iki veya dört rekatlık kısa bir namaz kılar, (muhtemelen teheccüd) ardından mutlaka eline alırdı. Sonra yapacaklarını yapar yatsı namazını kıldıktan sonra yatardı. Bu ölene kadar böyle devam etti.

Ahmet Hasbi Efendi’ ‘Nakşibendiyye’ tarikatı şeyhi, meşhur alim ve mutasavvıf Erzurumlu ‘Taşkesenli Ahmet Efendi’den gençliğinde ders almıştı. Kerameti ayan olan bu muhterem zatın kendisine çok büyük sevgisi vardı. Erzurum'a yolu düştüğünde kabrini büyük bir ciddiyetle ziyaret ederdi. Erzurum Müftüsü ‘Solakzade Sadık Efendi’ ile de çok yakın teşrik-i mesaileri mevcuttur. Birbirlerini çok severler ve sık sık görüşürlerdi.

Sonraları Ahmet Hasbi Efendi’ye Kars ve Gümüşhane Müftülüğü teklif edildiyse de kendisi tarafından bu teklifler kabul edilmemiştir. ‘Müftü Fahreddin Efendi’ ve alay imamı ‘……………’ ile yıllarca devam eden sohbetleri ve 'İlm-i Tefsir' çalışmaları olmuştur. Hoca’nın evlenmesi medreseden icazetini aldıktan sonra oldu. Çok ciddi bir yapıya sahip, fakat latifeleri eksik olmayan bir şefkat abidesi idi. Fırsat buldukça çocukların arasına katılır birbirlerine sorular sorarlardı. Bu durumu soranlara derdi ki ‘Ben bunlara hasret olmuşam, onlarsız nasıl yaparım.’ 

Yüksek tansiyonu olup prostat hastalığından muzdaripti. 4-5 gün ancak hasta yattı. İlk üç gün konuşulanları anlıyor fakat cevap veremiyordu. Son iki gün tamamen durgunlaştı. Doktoru günde en az iki sefer kontrolüne gelirdi. Artık tıbbın yapacağının olmadığını söylediği ’27 Aralık 1955 günü’ 67 yaşında fani âlemden baki âleme yürüdü. Ruhunu teslim ettiğinde yüzü uzun yılların kendisine verdiği tecrübeye rağmen her kürsüye çıkışında pembeleşen haline dönmüştü. Cenab-ı Hakk, Vasi Rahmetine nail eylesin…’’

***

Emekli İmam Azimet Karatekin'in bir süre yayınlanan Gazi Bayburt dergisinde 1994 yılında yayınlanan yazısı şöyle:

"-Tarih 12.09.1954,askerden yeni dönmüşüm. Yarım kalan medrese tahsilimi tahsilimi tamamlamak için okuyabileceğim bir hoca yada müessese arıyordum. Tam bu sırada Karamolla Kerim Efendi ile (Kerim Karapınar) görüştüm ve kendisine okumam için ne yapmam gerektiğini Bayburt'ta böyle birisinin olup olmadığını sordum. Kendisi heyecanla bana:

"-Duymadın mı o güneş bizim Şingah Camii’nde doğdu, durma hemen oraya git, derse başla” dedi.

Ben de hemen sevinçle fırlayıp, doğru Şingah Camii’ne gittim. İçeriye girdiğimde: Orta yaşlı, dört talebenin okuduğunu gördüm. Sevincimden ağlamaklı oldum, o esnada ne yapacağımı bilemiyordum.

Okuyanlardan birisi bana oturmamı işaret etti, oturdum bir süre sonra ders bitmişti hoca: 

“LİLLAHİL FATİHA” diyerek dua ettikten sonra bana dönerek:

- Seni tanıyalım; kimsin, nereden geldin ve ne istiyorsun? Ben de: -Bayburtlu'yum ve Zatıalilerinizle okumak istiyorum. Dedim. –Peki Bayburt’un hangi köyündensiniz ve daha önce okumuş muydunuz? –İstanbul/Fatih Dersiamlarından Arap Salih Efendi’den okudum. –Ya, öyleyse neden buraya geldin? –Hocam vefat ettiği için. –Efendim Allah rahmet eylesin. (MEVTELALİMİ KEVERTEL ALEMİ). (Yani bir alimin ölümü, bir alemin ölümü gibidir) diyip tekrar bana güler yüzle bakarak: -Öyleyse bir şeyler bilirsiniz, hele besmelenin ilalını yap bakalım. Ben hocamı ilk tanıdığım ve öz önce dersini dinlediğim okyanusun karşısında tam bir heyecan içerisinde terleyerek dururken, herhalde sorulan soruyu cevaplamıştım ki hocam hemen: -Aferin ama terlemene lüzum yok sen çok zeki birisine benziyorsun diyince diğer talebelerden birisi: -Şimdi ne mal olduğu ortaya çıkar. Dedi. Bu kişiler evvelki Kaleardı imamı Mehmet Hoca diğeri ise Bergicili Ziya Hafız’dı. Tabiî ki bu kişileri ben sonradan tanıdım.

Hocam gayet melih simalı, nazik edalı ve güler yüzlü, tatlı dilli, Arapçayı, Farsçayı çok iyi bilirdi, Fransızca da bilirdi. Ayrıca da hesap ilmine de mahirdi. Kendi hattı ile FETVAYİ EL FERAİZİL KÜBRA isimli başından sonuna kadar kendi hazırlamış olduğu bir kıymetli eseri de vardı. Kendileri de gayet güler yüzlü oldukları için, yine bana gülerek: - Bana hele bir de: ”REDİYELLAHU TAALA ANNA VE ENKÜM ECMEİN”in terkibini yap bakalım diyince, yine arkadaşlardan: -İstanbullu ağır bir soru ile karşılaştı bakalım ne olur sonu diyenler olmuştu. Fakat yine terledim ise de gayet soğukkanlılıkla tam kaideleriyle güzel bir terkip yapmıştım ki, hocam hemen yüzümü elleriyle sıvazlayarak: ’"-Aferin… bin aferin.. Sorayım, acaba hafızlığın var mı?’’ –Var efendim.’’ –Çok güzel, yatıp kalkacak yerin var mı? "–Evet var efendim. "–Peki  öyle ise, Allah izin ederse yarın derse başlarız. Haydi hayırlı olsun’’ dedi. Vefatına kadar öğrencisi oldum. Manevi havası bizden hiç eksik olmadı. Şu beyiti ondan öğrenmiştim:

Baharın ömrü yüz tuttu hüsrana
Ne yüzle girersin gülistana’’ 

***

Emekli Öğretmen Ali Kemal Parıldar’ın Bayburt Postası Gazetesi'nde yayınlanan; Selahattin Tuncer'in vefatı dolayısıyla kaleme aldığı yazıdan bir bölüm şöyle:

’’-Onun inanılmaz zekasını zamanın öğretmenlerinden babamın hocalığını da yapmış, çok muhterem Alim Rahmetli Hoca Ahmet Habi Aker Efendi’den dinlemiştim demiştir ki “- Ben bu kadar öğrenci okuttum, Selahaddin’den daha daha zekisine rastlamadım.”

(devam edecek)