Ağla Sevgili Yurdum Ağla!
“Güneşin altında donan bir çiçek gibi/ kar altında alev, ateş yanan bir kuş gibi/ denizler ortasında çöle düşmüş bir ülkesin/ ağla sevgili yurdum ağla…” İlkay Akkaya
Günay Afrikalı yazar Alan Paton'un ‘Ağla Sevgili Yurdum’ adlı romanından esinlenerek yazılmış bu sözler; son yazımla bir çağrışım yaptı. Roman, 1930'lu yıllarda Güney Afrika'da kötü koşullarda yaşayan, ezilen, sömürülen, hor görülen kara derili insanların işgalci ve acımasız beyazlarla sürdürdüğü savaşı ve sevgide, acıda bir olan halkın dayanışmasını, vatan topraklarını, doğal güzelliklerini ve miraslarını savunmaya girişen bu insanların nelere maruz kaldığını ve dramını anlatıyor. Ben o maruz kalmayı; bugün ülkesinin doğal alanları, suları, ormanları, tarihsel ve kültürel değerleri için mücadele yürüten insanlara ve onların dramına benzettim...
‘Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağaca keser.’ Bu söz, ömrünü kapitalizmi incelemeye adamış ‘Karl Marks’a ait. Bu isim kâriye soğuk gelebilir, ancak meseleyi anlaşılır kılması ve özetlemesi açısından kurulan cümle hayli yerinde. Dahası, önyargıların bertaraf edilmesi, kimin söylediğinden öte, sözün özü veya mesajı ve hayatla karşılık bulması ayrıca önemli…
Kur'an-ı Kerim’de put diye geçen ‘para’ (menat), ‘otorite’ (lât) ve ‘güç’ (uzza), bu çağda hayli revaçta. Ne ki çok şeyi, belki de her şeyi bu putlar belirliyor. Güce, paraya ve otoriteye tapınma, insanlığın en büyük zaafı olarak günbegün palazlanıyor. Yeraltı ve yer üstü zenginliklerinin, aynı zamanda dünyayı yöneten küçücük bir azınlığın elinde olması ve onların dayattığı sistem olan kapitalizmin, dünyadaki tüm kötülüklerin müsebbibi olduğu, çok küçük bir oran dışında teoride hemen tüm kesimlerin ortak görüşü. Kendilerini ‘Antikapitalist Müslümanlar’ olarak tanımlayan ‘Kamuder’li gençler, ‘mülk Allah’ındır, yani kamunun, dolayısı ile insanlığındır’ diye hatırlatıp Müslümanların öncelikle kapitalizmle hesaplaşmasının elzem olduğunu, manifestolarının başına yazmışlar.
Bugün işadamlarının, belediye ve valilik gibi kurumların handiyse her söylem, faaliyet, açıklama ve/ya ziyaretlerinin haber(?) olduğu yerel gazetelerin, -söz etmeye değer ölçüde- adeta bir ‘bülten’ gibi hareket etmesi, gazetecilik anlayış ve pratikleri, yaşadığı sorunlar ve içinde bulundukları ahval; başlı başına bir araştırma ve tartışma konusu.
Lakin bu yazıyı kaleme almama sebep bir haber, bültene gönderme içermesi ile içeriden ve samimi bir eleştiri olmakla beraber, haberde yatan asıl haberin, vahim olarak tanımladığım ve neden öyle düşündüğümü beyan eden durumun, farklı ve aykırı düşünce nezdinde ifade edilmesidir. Üst satırlarla kurulacak ilişkisi ise, okuyucumun tahayyül ve yorumuna kalmış. Ama ben yine de özetle, kapitalizmin ne menem bir şey olduğunu hatırlatmaya çalıştım.
Bahis konusu haber; okurunun doğup büyüdüğü topraklara, ‘şeher’e, yani Bayburt’a ait bir yerel gazetede, ‘Bayburt’ta Bir İlke İmza Atan İş Adamından Rektör Coşkun’a Ziyaret’ adıyla görücüye çıktı. Aslında üzerine enikonu okumalar yapıldığında ayrıntılarda gizli çokça önemli hususun aralandığı bir ‘imaj’ eşlik ediyordu habere. Lakin konumuz bu olmamakla birlikte haberin devamında ise o can alıcı, o zurnanın ‘zırt’ dediği hâl dikkat çekiyordu.
“…Bayburt’a özgü doğal ürünleri katkı maddesi içermeden ambalajlayarak satışa sunan Bayburt Doğal Tarım Ürünleri ve Dağ Meyveleri İşletmeciliği Yönetim Kurulu Başkanı Alaettin Ertuğrul, Bayburt Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Selçuk Coşkun’u ziyaret etti. Bayburt’un florasında yetişen meyve ve sebzelerden elde edilen çeşitli ürünleri doğallığını kaybetmeden ambalajlayarak Bayburt’ta bir ilke imza atan iş adamı Alaettin Ertuğrul kendilerine her zaman destekte bulunan Bayburt Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.Selçuk Coşkun’u makamında ziyaret ederek bir kendisi ile bir süre görüştü.”
Söz konusu ‘bülten haberi’nden kopyalayıp yapıştırdığım bu iki paragrafı şöyle özetleyebiliriz: Börtü böceğin, kuşun kurdun, irili ufaklı envai çeşit canlının rızkı ve insanlığın ortak hazinesi olan dağ meyvelerinden bitkilere doğal ürünler, ticari kaygılarla toplanıp satışa sunuluyor…
Satır başı yapıp tekrar edelim: Kimseye ait olmamakla birlikte herkesin ortak değeri olan doğal ürünler, her zaman ve her konuda olduğu gibi, kılıfına uydurulup bir ‘meta’ya, yani alınıp satılan bir ‘ürün’e dönüşmüş. Oysa o ürünler, bir daha hatırlatalım; börtü böceğin, kuşun kurdun, irili ufaklı envai çeşit canlının, gözümüzle görmediğimiz mahlukatın rızkı ve insanlığın ortak mirası ve doğal bir zenginlik olarak boy gösteriyor. Hem de yüzlerce, binlerce, on binlerce yıldır…
Çoklarının yakından tanıdığı yaban elmasından yola çıkarak meseleyi biraz daha açalım. Ama önce, bir yaban elmasının yetişmesindeki olağanüstü süreci, başka deyişle bir mucizeyi hatırlayalım. Mucize kelimesini kullandım, çünkü bir dağ elmasının yetişmesi gerçekten de bir mucizeye bağlı. Daha çok dalından yere düşmüş o elmayı yiyen herhangi bir hayvan, o meyvenin tohumunu dışkısıyla toprağa taşır. Rüzgâr, kar ve yağmurun yol açtığı erozyonla veya bir başka canlının yuvasına taşıması ile tohum, toprağa gömülür. Sonra tutar ve toprağın içinde filizlenir. Filiz, gerekli mineral, su ve havayla buluşunca fidana dönüşür. Fidan; büyür, büyür, büyür ve ağaca dönüşür…
Anlatması dile kolay, ancak taşınması, toprağa gömülmesi, tutması, toprak içinde bir başka canlıya meze olmadan filizlenmesi, filizlenip fidana dönüşmesi ve fidana dönüştüğünde, uzun yıllar, ot yiyen herhangi bir hayvanın, malın-davarın midesine inmeden, koparılmadan büyüyüp boy vermesi ise hayli güç. Başka deyişle büyük bir şans, olağanüstü bir tesadüf, ezcümle bir mucize…
Elma ağaçlarının dağılımındaki popülasyona dikkat çeken her çift göz, bu hatırlatma ile mucize benzetmesini haklı bulacaktır.
Lakin gel gör ki, tamamen kendi kendine var olan ve kendi olağanüstü doğallığında yetişen elma, sayısız canlının rızkı, mirası, ödülü iken, parayı basanın meyvelerini toplayıp sattığı bir ‘nesne’ye dönüşmüş.
Şimdi, meselenin daha da anlaşılır olması, kafamıza takılan hususların aralanması ve konunun etraflıca tartışılması için aklımıza gelen ilk soruları ivedilikle sıralayalım:
1- Allah’ın börtü böceğe, kurda kuşa, tüm insanlığa rızık olarak sunduğu doğal meyveler, doğal bitkiler, hangi hakla alınıp satılıyor?
2- Kamuya ait, kamusal olan bu ürünlerde herkesin hakkı yok mu?
3- Kendi seyrinde yaşamlarını sürdüren tüm bitki ve meyvelere, onların doğal akışlarına müdahale edilmiş olması, doğal dengeyi, az ya da çok etkilemiş, bozmuş olmuyor mu?
4- Binlerce, on binlerce yıldır, kendi doğallığında hüküm süren, başta köylülerin ve herkesin olan bu ürünlerin alınıp satılan bir ‘meta’ya dönüşmesi, vicdanları hiç mi sızlatmıyor?
5- Tüm canlıların ve insanlığın ortak mirası olan yabani meyve ve bitkilerin alınıp satılır olması, başka deyişle ticarete alet edilmesi ne kadar etik?
6- Gelip bir gecede, tüm doğal meyvelerin ve bitkilerin toplanması ne kadar doğru?
7- Tüm bu doğal ürünlerin toplanması, onların çoğalmalarına zarar vermez mi?
8- Ola ki bir karıncanın, bir böceğin, bir kuşun, adını bile bilmediğimiz bir canlının beslenmesine, dolayısı ile yaşamına zarar verilmiş olması, nasıl telafi edilir?
9- Yarın, birilerinin dağları satın alması ve dağlara bakmanın, para karşılığında olması, böyle giderse mümkün görünmüyor mu?
10- Dağlarda, tepelerde, bayırlarda, kırlarda, vadi ve yaylalarda dolaşırken, bir elmaya elimizi uzattığımızda, birisi çıkıp ‘hop hemşerim, o meyvelerin sahibi var’ demeyecek mi?
11- Yapılan tüm araştırmalar, bir meyvenin dalından koparıldığı an yenmesinin çok daha faydalı olduğunu söylemesine karşın, öyle ya da böyle, bir biçimde işlenmesi, ne kadar sağlıklı?
12- Muhafazakâr olmak, Allah’ın yarattığı o doğal alanları, o doğal güzellikleri, o doğal ürünleri koruyup kollamaktan, onlara gözü gibi bakıp gelecek kuşaklara aktarmaktan ve tüm canlıların ortak kullanımına sunmaktan geçmiyor mu?
Sorular çoğaltılabilir. Ancak meselenin anlaşıldığını farz ederek daha fazla uzatmaya hacet yok. Ancak doğal alanlarımızın, doğal güzelliklerimizin, ormanlarımızın, sularımızın, kültürel ve tarihsel değerlerimizin, geçmişten bugüne, çeşitli nedenlerle, özellikle de ticari kaygılar ve kâr hırsıyla ‘talan’ edilmesi gibi elbet bu sorun da ülkemizin ortak sorunu maalesef…
Yazımı aşağıdaki dizelerle bitirirken, derdimizin bağcıyı dövmekten öte, üzüm yemek olduğunu hatırlatmak ve okurumun, böylesi konulara değinmenin, güçlü olanı ve muktediri eleştirmenin bir bedeli olduğunu dikkate almasını ve dolayısı ile eleştirilerini bu minvalde yapmasını isterim.
“Tohumsuz bir toprak/ ışıksız yaprak gibi/ sazımdan dökülen acı türküler gibi/ aşkım, sevgim ve hüzünlü dostlarım gibi/ ağla sevgili yurdum ağla…”