30 Ağustos, Ulu Türk’ün Görklü Zaferi

Abone Ol
Kılıç Ali Bey’in anılarından başlayalım (T.İş Bankası Yayınları): “Gâzi Paşa da Refet Paşa’nın evindeymiş. Bizim Recep Bey’in evinde olduğumuzu haber almış. Yaver Muzaffer beni telefonla aradı. Kendilerine katılmamızı söyledi. Gâzi, gece yarısından sonra geldi, alkollüydü. ‘Vakit geç oldu. Oturmayacağım, gideceğim’ dedi. Giderken beni, İhsan’ı ve Recep Bey’i başbaşa getirdi, ellerini omuzlarımıza atarak şöyle dedi: ‘Ben doğruca cepheye gidiyorum. Düşmana taarruz edeceğim!” Hepimiz şaşırdık ve telaşlandık. İhsan Bey sordu: ‘Paşam, ya başaramazsan?’ Mustafa Kemal şu cevabı verdi: ‘Ne?.. Bir hafta içinde onları mahvedip denize dökeceğim!’(...) Yapılacak taarruzdan hükümetten başka kimsenin haberi yoktu. Sabahleyin duyduk ki Gâzi kimseye haber vermeden sabaha karşı otomobiliyle Ankara’dan Konya’ya, oradan da Akşehir’e gitmiş. Herkes O’nun Çankaya’da vereceği ziyafeti beklerken, meğer o şimdi Kocatepe’de kurulmuş olan çadırın içinde, 26 Ağustos 1922 sabahı saat 5.30’da ordusuna taarruz emrini vermiş."

Kılıç Ali Bey, anılarına şu notları da eklemiş: "Gâzi, bir yıl önce Başkumandan seçildiği zaman Meclis kürsüsünden şöyle demişti: ‘Memleketimizi çiğnemek için topraklarımızı işgal eden Yunan Ordusunu harem-i ismetimizde boğacağım!

O sabaha, Büyük Taarruzun başladığı 05.30’a gidelim mi şimdi?

“Işığı karanlıklardan sökmenin adı şafak/ O söktü şimdi biz sökün sökün/Sökeceğiz emperyalizmin köpek dişini”

26 Ağustos 1922 sabahı Kocatepe’de böyle demişti o gökçek ordu, o büyük kumandan. Söküp atıyorduk müstevlinin “aşılmaz” denilen tahkimatlarını. Söküp atıyorduk ya, bu salt bir cephe savaşı değildi, salt bir kurtuluş savaşı da değildi, Türk’e yeni bir yol, yeni bir yön vermenin de önsözüydü.

“Ateş idarelerinde aslında/Aydınlık yarınlar tasarlanmakta/Bu atlılar yeğin, ansızın, ünlü/Dörtnala mutluluk, esriten muştu”

Tepeler savaşta direnç noktası, inanç noktası, moral, umut ya da düş kırıklığı. Bugün Türk ordularına dere-tepe dümdüzdür ha!

“Tepemize çıkmışlardı, tepelendiler/Tepelerin boynuna sarılıyor sevinçle piyademiz/Özlemler artık İzmir’e doğru/İlerleme bize özgüdür şimdi/Mâkûs talihi onlara yazdık//Heyy hey!/İyi çözümle ha/Bu son hey hey’imizi/Bileşiminde neler var neler!/Aslıhanlar’a bu orduyu getiren/İnancı ve istenci hele bir düşün//Dağlar yürüyecek artık o büyük suya kadar/İşin başında bir ulu Gâzi/Şımarık İtilaf hayretle onun ağzına bakar.”

Peki ne diyor Ulu Gâzi: “Efendiler, 26-27 Ağustos günlerinde, yani iki gün içinde düşmanın Karahisar’ın güneyinde 50 ve doğusunda 20-30 kilometre uzunluğundaki müstahkem cephelerini düşürdük. Yenilen düşman ordusunun bütün kuvvetlerini 30 Ağustos’a kadar Aslıhanlar yöresinde kuşattık. 30 Ağustos’ta yaptığımız savaş sonunda (buna Başkumandanlık Meydan Muharebesi adı verilmiştir), düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik ve esir aldık. Düşman ordusunun Başkumandanlığını yapan General Trikopis de esirler arasına girdi. Demek ki, tasarladığımız kesin sonuç, beş günde alınmış oldu. 31 Ağustos 1922 günü ordularımız ana kuvvetleriyle İzmir’e doğru yol alırken, diğer birlikleriyle de düşmanın Eskişehir kuzeyinde bulunan kuvvetlerini yenmek üzere ilerliyorlardı.”

“Kimin tutkusu bozgun/Kimin ülküsü utku/Bu öyle bir ülkü ki/Türk devrimine gebe”

İstanbul’dakilerde bir telaş bir telaş... Yine yeni entrikalar peşindeler. Ankara’ya Rauf Orbay’a ulaşıyorlar, ateşkes teklif ediyorlar, sözüm ona Kaf dağından kar bağışlıyorlar, “görüşmeye ve yeni ödünlere” hazırmışlar. Hayır diyor Gâzi hayır, İzmir alınmadan asla, ama Trakya’yı boşaltmak isterlerse konuşabiliriz Yine Büyük Nutuk’a dönelim mi: “Doğrudan doğruya bana gönderilen bir telsiz telgrafta da, İzmir’deki İtilaf Devletleri konsoloslarına benimle görüşme yetkisinin verildiği bildirilerek, onlarla hangi gün ve nerede buluşabileceğim soruluyordu. Buna verdiğim cevapta da, 9 Eylül 1922’de Kemalpaşa’da görüşebileceğimizi bildirmiştim. Gerçekten de, söz verdiğim gün, ben Kemalpaşa’da bulundum. Fakat görüşme isteyenler orada değildi. Çünkü ordularımız, İzmir rıhtımında verdiğimiz ilk hedefe, Akdeniz’e ulaşmışlardı.”

İşte Atatürk, işte Milli Mücadele bu! Ne neo-Osmanlıcılığınız örtebilir bunu, ne “united states of irtica”nız, ne neo-mütareke medyanız, ne fesat karıştırılmış sözde “milli iradeniz”, ne de şahsi menfaatlerinizi müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid etmeniz. Şairin dediği gibi “Fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır”, yine boğarız vatanın harim-i ismetinde sizi.