23 Nisan, “ümmet meclisi”, gericilik ve laiklik

Abone Ol
Bugün 23 Nisan, TBMM açılalı yüzyıl oluyor… O TBMM hakkında nedense hep övgülü sözler edilir de, bazı gerçeklerin üstü örtülür.

Gelin o örtüyü, o dönemin tanıklıklarıyla aralayalım:

“Mustafa Kemal, Yunanlılarla boğuşurken, birinci Büyük Millet Meclisi'nin Maarif Vekili, Anadolu'da dört yüze yakın medrese açtı. Resimi yasak etti. Birinci Büyük Millet Meclisi, Şef'in (Atatürk) dışındaki ekseriyet (çoğunluk) havasına bakılırsa, bir ümmet meclisi idi. Müslümanlığı Türklüğünden üstündü. Eğer ihtilal şefi bir şarklı (doğulu) olsaydı, Türkiye zaferden sonra, yeşil sarıklı bir Asya devleti olacaktı ve şüphesiz gene batacaktı. Şeriatın edebiyat ile, musiki ile, müftü ve köy hocası ile, en küçük köylere kadar sokulmuş olduğunu dün gibi hatırlarız. Türkiye'de demokrasi hoca ve mürteci (gerici) saltanatı demektir.” (Falih Rıfkı Atay /Eski Saat 1933)

Evet ümmet meclisi idi. Atatürk, o ümmet meclisi ile milli mücadeleyi yürüttü ve o ümmet meclisinden bir Türk Milleti çıkardı. Yoksa, sanıldığı gibi bir Türk Milleti ve bilinci yoktu ortada. Yine Falih Rıfkı Atay’a yazdıklarına bakalım:

“Kendime ilk defa ne zaman Türk dediğimi pek hatırlamıyorum. Bizim çocukluğumuzda Türk, kaba ve yabani demekti. İslam ümmetinden ve Osmanlı idik. İlmihallerde baş dersimiz ‘Din ile milliyetin bir olduğunu’ öğrenmekti.” (Batış Yılları)

O mecliste gerici sesler 1924’te bile vardır. İşte bir örnek: Tarih 17 Nisan 1924, TBMM kürsüsünde Tunalı Hilmi Bey, okullarda artık Arapça değil, müspet ilimlerin öğretileceğini söylüyor. Gericilerin temsilcilerinden Erzurum Milletvekili Ziyaeddin Efendi hışımla kürsüye fırlıyor "Kur'an Arapça nazil olmuştur, Müslüman olanın Arapça bilmesi lazımdır" diyor. Tunalı Hilmi Bey, altta kalır mı, veriyor cevabını: "Kur'an cahiliye devrinin rezaletleri içinde çırpınan Arapları ıslah etmek için Arapça gönderildi. Bunu Kur'an kendisi söylüyor. Ben kalubeladan beri Müslümanım. Ama Arapça'nın esiri değilim. Bir gün bizim milletimiz, dinini kendi güzel anlaşılır dili ile yerine getirecek. Buna mâni olamayacaksınız!"

Ve sonra adım adım kafasındakileri gerçekleştiriyor büyük Atatürk; hilafet kaldırılıyor, öğrenim birliği yasası çıkıyor, İsmet Paşa’nın deyişiyle “Aydınlık bir dünyanın ifadesi olan devrimler” bir bir yapılıyor.

O devrimlerin en önemlisi “Laiklik”tir. Öyle önemlidir ki, Cumhuriyetin en önemli aydınlarından Ceyhun Atuf Kansu “Laikliği vermek cumhuriyeti vermek demektir” der.

Laikliği daha ayrıntılı olarak yine Falih Rıfkı Atay’dan okuyalım:

“Din ile şeriatı bugün bile birbirine karıştıran üniversite diplomalı kimseler var. Tanrı’ya inanırsınız. O’na karşı görevlerinizi yerine getirirsiniz. Din burada biter. Ötesi şeriattır. Şeriatçılık demek, Müslüman toplumlarını yedinci yüzyıl Hicaz aşiretleri şartlarına doğru sürüklemek demektir. İslam bilginleri, Kur’an’ın ‘muamelet’ ayetlerinin mensuh olduğunu eskiden beri söylemişlerdir. ‘Zaman ile ahkâmın’ değişmesi gerektiği çok eskiden beri bilinmektedir.

İlk defa sekizinci ve dokuzuncu asırda Bağdat’ta İslam rasyonalistleri, ‘Bu böyle gitmez; muâmelât ve ukûbat hükümleri zaman geçtikçe değişmek zorundadır. Dünya işlerini her toplum ‘nakil’le, yani kitaba bakarak değil; ‘akıl’la yani arayarak, düşünerek ve deneyerek çözer.’ demişlerdir. Ama eski Yunan felsefe ve ilmini de Arapça’ya çevirmişlerdi. Akıl eğitimi almışlardı. Halife Mem’un, Bizans’ın kuşatılmasını kaldırmak için İstanbul Kütüphanesi’ndeki bir eski Yunanca metnin verilmesini şart koşmuştu. İslam Medeniyeti dediğimiz altın çağ, kör şeriatçılığın bırakıldığı bu devirde ve müsbet ilimler ışığı altında doğmuştur. O çağda Kurtuba Üniversitesi’nde İbn Rüşd’den, Aristo’nun yorumu üzerine ders gören Hıristiyan gençleri papalıkça aforoz edilmekte idi. 


Gel zaman git zaman; Batı, Müslümanların kılavuzluğu ile Rönesansa kavuştu ve Bağdat’ta İslam Rasyonalistlerinin yaptıklarını yapan reformcular yetişti. Ne acıdır ki, İslam’da nakilciler akılcıları çoktan yenmişler, medreselerde kuru şeriatçı yetiştirmeye başlamışlardı.


Laiklik imana dokunmuyor. O yurttaşın vicdanındaki sorundur. İkincisi, laiklik ibadete de dokunmuyor. Ama demokratik devrimler ahkâma dokunmak zorundaydılar; dokunmanın ötesinde ahkâmı temelden değiştirmişlerdir. Kemalist devrim de, çağdaş toplumu kurarken bunu yapmak zorundaydı. Milli hâkimiyet sistemi, Medeni Kanun, Borçlar Kanunu, bugünkü ekonomik hayatı düzenleyen Ticaret Kanunu bu zorunluktan doğdu.

En koyu şeriatçı akımlar bile, iktidar ele geçirdikleri zaman devlet ve toplumu Şeriat ahkâmıyla yönetemez. Bu akımlar, Şeriatı toplumu düzenlemede bir çözüm olarak değil, bir ideolojik hegemonyanın aracı olarak savunuyorlar. O ideolojik hâkimiyet, bütünüyle bir dünyevî bir sistemin hizmetindedir, bütünüyle dünyevî çıkarları güvence altına almaktadır.” (Atatürkçülük nedir?)


Ve kendi özdeyişimi bir sarsıcı uyarı olarak yazarak bitireyim, herkes derin derin düşünsün, özellikle “laikçilik” yutturmacası ile beyinleri iğfal edilenler :
“Din devletinde laiklik yoktur ama laik devlette din vardır.”